Translate

14 Kasım 2021 Pazar

En Güzel Şiirler: Türk Edebiyatında Herkesin Okuması Gereken Dillere Destan Olmuş 26 Şiir

1. Sessiz Gemi - Yahya Kemal Beyatlı

1. Sessiz Gemi - Yahya Kemal Beyatlı

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

2. Hikaye - Cahit Külebi

2. Hikaye - Cahit Külebi

Senin dudakların pembe

Ellerin beyaz,

Al tut ellerimi bebek

Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde

Ceviz ağaçları yoktu,

Ben bu yüzden serinliğe hasretim

Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde

Buğday tarlaları yoktu,

Dağıt saçlarını bebek

Savur biraz!

Benim doğduğum köyleri

Akşamları eşkıyalar basardı.

Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem

Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde

Kuzey rüzgârları eserdi,

Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır

Öp biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!

Benim doğduğum köyler de güzeldi,

Sen de anlat doğduğun yerleri,

Anlat biraz!

3. Çakıl - Bedri Rahmi Eyüboğlu

3. Çakıl - Bedri Rahmi Eyüboğlu

Seni düşünürken

Bir çakıl taşı ısınır içimde

Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar

Bir gelincik açılır ansızın

Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Seni düşünürken

Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır

Deliler gibi dönmeğe başlar

Döndükçe yumak yumak çözülür

Çözüldükçe ufalır küçülür

Çekirdeği henüz süt bağlamış

Masmavi bir erik kesilir ağzımda

Dokundukça yanar dudaklarım

Seni düşünürken

Bir çakıl taşı ısınır içimde.

4. Mor Külhani - Ece Ayhan

4. Mor Külhani - Ece Ayhan

1. Şiirimiz karadır abiler 

Kendi kendine çalan bir davul zurna 

Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan 

Taşınır mal helalarında kara kamunun 

Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir 

Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler 

2. Şiirimiz her işi yapar abiler 

Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur 

Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür 

Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta 

Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir 

Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler 

3. Şiirimiz gül kurutur abiler 

Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın 

Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga'ya kaçan 

Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu 

Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir 

Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler 

4. Şiirimiz erkek emzirir abiler 

İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister 

Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun 

Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla 

Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir 

Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler 

5. Şiirimiz mor külhanidir abiler 

Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz 

Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde 

Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle 

Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir 

Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler 

6. Şiirimiz kentten içeridir abiler 

Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir 

Bir kent ölümün denizine kayar dragomanlarıyla 

Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?

5. İlkyaz - Gülten Akın

5. İlkyaz - Gülten Akın

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı

Bakıp kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

'Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı

Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz

sisin dere ağızlarından sokulup akşamları

Fındıklarımızı basıyor

Neyleriz kararan tomurcukları

Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz

Tecimenlere yalvarıyoruz:

Bir 'Hotel' bir gizli evlenme az çiziniz

Bir banka az çiziniz bir yalvarma

Bizden size ve sizden dışardakilere

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye

-Evet efendim-

Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye

Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet

Yazların motorlu çingeneleri

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş

Toprağa tutku, kendinden dolayı

Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para

Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga

Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga

Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde

-Bilmiyoruz neden kavga.

Sonra kasabanın cezaevinde

Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz

Günlerimiz iterek genişletiyoruz

Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye

Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

Durup ince şeyleri anlatmaya

Kimselerin vakti olmasa da

Okulların kadın öğretmencikleri

Tatil günlerini çoğaltsalar da

Kutsal nemiz varsa onun adına

Gözlerimiz için bağlar dokusalar da

Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide

Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden

Islık çalar yanıt veririz

6. Gidişini Anlatıyorum - Rıfat Ilgaz

6. Gidişini Anlatıyorum - Rıfat Ilgaz

Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için

Saçlarını, gözlerini, ellerini

Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya

Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak

Termometrede yükselen çizgi çizgi

Kim bilir nerelerde soğuyorsun

Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen

İnsan insan bakan gözbebeklerin

Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta

Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder

Ne gelirse onlardan gelir bana

Çalışma gücü yaşama direnci

Mutluluk gibi kazanılması zor

Mutluluk gibi yitirilmesi kolay

Bir açarsın ki mutluyum

Bir kaparsın her şey elimden gitmiş

7. İz - Birhan Keskin

7. İz - Birhan Keskin

acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun

izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma,

orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili

benden savrulan parçalar kurusa da,

izleri var hala yolun kenarında.

izini sür yolun, acının ormanı büyütür insanı

vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın

acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun,

ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin

hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle

büyük bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin.

ne zamandı bilmiyorum. yaşadıklarından sana

kalan tortu, seni olduğun yere çakan, olduğun

yerde fırtına koparan korku. kendi sarmalında

döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin

kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun.

şimdi, acının ormanından geçiyorsun

her şey bir daha kanasa da

ne geçtiğin yola ne sana dokunabilirim ben

geç meleğim, senin de şarkıların olsun

içindeki telleri titreten.

8. Of Not Being A Jew - İsmet Özel

8. Of Not Being A Jew - İsmet Özel

İniyorum kulelerinden katil 

iniyorum maktul minarelerden 

taraçadan, bahçeden 

ilk tanıyı bulanların indikleri her yerden 

ilk tanıyı bulandıran bir vaşakla birlikte 

değdikçe ayaklarım merdiven alçalıyor 

açılıyor leşlerin, atmıkların cesurane 

canlıların korka korka uzandıkları zemin 

ağzımda kef 

iki gözIerimde mil 

iniyorum kulelerinden 

katil. 

Körüm, o halde karanlık niye benden kaçıyor? 

Sağırım, nasıl oluyor da uğultum uzaktan 

beni çağırmaktadır? 

Göklerin çökeltisinden başkaca soy 

toprağın tortusundan gayrı hısım bilmeksizin 

iniyorum kirli eteklerine 

beni emziren kaltak şehrin 

iniyorum ama indirilmedim 

iniyorum çalıntı tahtımı terk ederek 

arada bir çehremi dalgalandıran karaltı 

vurulmuş arkadaşlarımdan yansıyor olsa gerek 

iniyorum onlardan artakalan yükü indirmek için 

indiğim yerde beni bir bekleyen yok 

indiğim yerde biçilmiş ot gibiyim 

puslu, çapraşık, koklanmamış 

ihmalkâr gözle okunmuş bir kitap 

bîtab bir gözle okunmayı tercih ederdim 

yoğrulmuş olan benle bir daha yoğrulsaydı 

benimle açsaydı ağırdan 

tükeniş faslını mızrap. 

Yağmurun yoldaşı denebilir mi bana? 

Ne dökülüş inişimde, ne çakış… 

Yalnızca o çetrefil 

aralama zahmetine katlanarak 

iniyorum kızları utandıran iç çekişle 

erkekleri boğan kasvetle iniyorum. 

Öfkemdi başlattı yolu 

ısrara gerek var deyip durdu şehvetim 

istemedi doğurmak böyle bir uğraşı tabiat 

tarih onu tanımazlıktan geldi 

bir dövüş olsaydı sonunda belki gevşerdi hırsım 

belki saçlar taranırdı bir sevişmeden sonra 

ama ben hınca hınç bekçisi kalacağım burçlarımın 

sonunda yükü bıraktığıma yanacağım. 

İniyor ve inliyorum 

nereye bir kucak dolusu 

sonluluk sorgusu getiriyorsam 

oraya bir kucak da getiriyorum 

bir kucak sadece genç ve diri değil 

bir kucak sadece yaşlı ve yorgun değil 

bir kucak sadece erkek ve vakur değil 

bir kucak sadece kıvrak ve dişi değil 

bir kucak sadece kavruk ve intikamcı değil 

bir kucak sadece gürbüz ve atak değil 

bir kucak sadece üzgün ve dindar değil 

bir kucak sadece temiz ve sevecen değil 

bir kucak sadece pis ve sırnaşık değil 

bir kucak sadece cömert ve sıcak değil 

bir kucak sadece sancılı ve keskin değil 

bir kucak sadece umursamaz ve bezgin değil 

bir kucak sadece öksüz ve çolak değil 

bir kucak 

sadece bir kucak 

açılınca açıkları kapatan 

acıkınca doyuran 

ve doyurunca 

nasıl da perişan, ne kadar da ölçülü 

darası alınmaz yüküm bu benim 

kayda geçirilemez, narhı konulmaz 

resmen ve alenen ifade usulü yok 

gözümün feri saydım onu, gücüm bundadır 

dizimin dermanıdır o 

buradan gelir cesaretim 

bende bu kucak olduktan sonra 

iyi veya kötü ne yapılabilir 

kendi hayatı aleyhine 

binlerce defa dolap 

çevirmiş olan bana? 

Bakın, bulduğum her gerçeği delik deşik ediyor 

kayboluş kapımı sürgüleyen bir vaşak 

her sevincimi viran eden bu hayvan 

yalanlar içinde boğulmamı önlüyor 

ondan kurtulacak olursam biliyorum 

beni yaşamakla coşturan 

bir kaynak keşfederim 

ondan kurtulduğum an 

bütün boyutlarımı 

kaybederim. 

Önceleri, acemiyken 

bu vaşak yokken daha yanıbaşımda 

okul müdürü 

veresiye satan bakkal 

kapıcı ve akrabaları 

dört ayrı ölümle ölmeyi öğren 

demişlerdi bana 

dört bucakmış 

anlattıklarına bakılırsa dünya 

omzun güneş kokuyor demişti 

kısa eteklikli kız 

o da omzuma bir şey konduracak mutlaka. 

İşte o zaman bildimdi 

anladımdı o sıra 

ne bir atlas kalır bende, ne ibrişim 

bu çuha, bu sicim elden çıkarsa 

acemiydim gitmem dedim sizin provalarınıza 

bön ve berbat buluyorum yaldızlı yaz gecelerinizi 

berbattır balkonda o güneşli sabahlar 

biraz açılmak için açıldığınız kırların 

aniden karşılaştığınız ırmakların 

ürpertisi ahmakça 

böndür beni belimden bölmeye kalkan enlem 

benden iki bakışık parça 

çıkarmaya çabalayan boylam da berbat 

ipekli libas giymem, altın takınmam 

atımın eğerinde kaplan derisi yoktur 

çehreme iyi baksalardı yırtılırdı 

uykularının zarı 

uykuluydular sinerken bedenime kıraç dağlar 

bitek vadilerle beraber ben tenimi yumarken 

uykularına tutundular… 

Çocuklar acıları paylaşmaz demiştim omuz silkerek 

acılardır paylaşan çocukları 

gün geldi paylaşıldı acılar 

çocuklar paylaşıldı 

bana bırakılan neyse ona burun kıvırdım 

gittim bir kuyudan su çektim 

halka boynumdan geçti 

geçti boynuma kemend 

d harfine bak dedim 

nasıl da soylu duruyor sonunda kelimenin 

harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri 

harf ol harfle birlikte kıyam et 

harf of harfler ummanına bat 

çünkü gördüm ne varsa sonunda kelimenin 

çünkü böndür altında kaldığım töhmet 

uğradığım kinayeler bön ve berbat. 

Evet, ilmektir boynumdaki ama ben 

kimsenin kölesi değilim 

tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya 

tarantulaymış benim adım diyecek değilim 

tam düşecekken tutunduğum tuğlayı 

kendime rabb bellemiyeceğim 

razı değilim beni tanımayan tarihe 

beni sinesine sarmayan 

tabiattan rıza dilenmeyeceğim. 

Gittim su çektim en derin kuyudan 

en hileli desteden 

kendi kartımı çektim 

yaktım belgeleri 

bütün tanıkları yok etmek için 

ricacıları öldürdüm 

onlar bu dumanlı dünyanın 

beni nasıl özlediğini görmüş olabilirdi 

gerçekten özlemişti beni dünya öze çekmişti 

özüm gelinceye kadar bana temas etmişti 

bu dokunuş parlatınca beni 

benden biraz dünya 

isteyen ricacıları 

öldürdüm ve 

kıtal bitti. 

Yazık. 

Yazık ki yazgımın boyası koyu. 

İnilecek kadar indim. Hayfa. 

Yine bir geçitteyim, yeniden bir liman şehri bura 

eskilerin tayfası yine hep buradalar 

hep bilinen tecimenler, tanıdık yosmalar 

havada hayza benzeyen aynı koku 

binalara yaklaşırken eskisi gibi 

sıklet artıyor 

hâlâ ayırt edilemiyor dişli gıcırtıları 

çocuk çığlıklarından 

tanıyorum bunlar 

bulutlara bakmak için penceresi evlerin 

bu da deniz 

hırs püsküren, toynak durduran deniz 

rezeleri yerlerinden oynatan 

vâdeden, vâdeden, vâdeden tesellicimiz. 

Bir yanımda kıyısı kışkırtıcı 

ufku muallâk deniz, bir yanımda 

kamu açıklamaları, genelgeler, tahvilât 

kimin yüzünü çevirdiysem 

hüznü de sevinci kadar ıskarta… 

Niye indim buraya ben? 

Boşuna mıydı yol boyunca benliğime 

musallat olan belâ? 

Bir çevrim tamamlandı mı şimdi? 

Yine mi döndüm başa? 

Olmaz diyor yanımdan ayrılmayan vaşak 

kimse başa dönmemiştir, dönemez 

hele sen geçtiğin o ormanlar 

rüyalarındaki canavarlardan sonra 

çok uzaksın o ilk 

fırlatıldığın zamana. 

Aldanma bunlar tayfa değil 

burada doğdu hepsi 

denize hiç açılmadılar 

denizi sen kadar bile 

tanıyan yoktur aralarında 

her biri uzak bir beldeden geldi 

sanılsın istiyor yosmalar 

böylece saygın fahişeler 

arasına katışacaklar 

müptezel birer facire ofsalar da. 

Tecimenler, onlar da sahi değil 

onlar da olmayan tayfaların 

gemilerinden çıkan malları 

sattıklarına inandırmak istiyor 

şehrin acemi insanlarını. 

Sen ve yağmur. 

Başa dönemezsiniz. 

Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak 

dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz 

inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine. 

Yağmur yalnız yağarken yağmurdur 

sen yalnız senken sensin 

burada kalamazsın ve başa dönemezsin 

gitmek zorundasın 

kovalanan bir Yahudi gibi 

ama Yahudiler gibi kendinle kalamıyorsun 

her şey çok yetersiz senin için 

her şey sana çok fazla 

ayıklarsan ayık durabiliyorsun 

aranı açıyorsun kendinle 

eşyayı araladıkça 

uyanmanın bedeli serapları fedadır 

uykuyu tadayım dersen 

kâbusa dalmak pahasına. 

Tarihe dersini vermen gerek 

yoldan ayrılamazsın 

yediremezsin sokulmayı kendine 

tabiatın apışaralarına 

ne yıkılmış bir tapınağın suskunluğu 

durdurabiliyor seni 

ne gürültülü bir havra. 

Yükün ağır. 

He’s so heavy 

just because he’s your brother. 

Kardeşlerin pogrom sana. 

Dostlarının eşiğine varınca başlıyor 

senin diasporan. 

Herkesin bahanesi var, senin yok 

günahlı bir gölgenin serinliğinde 

biraz bekleyebilirsin, daha sonra 

burada kalamazsın, başa dönemezsin 

ama dön 

Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön! 

Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön! 

Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön! 

Eve dönmek 

kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? 

orada, arada bir beni yoklar 

intihara ayırdığım zamanlar 

bunlar temiz, kül bırakan zamanlardır 

düzgün sabuklamalardan bana kalan.. 

Evde 

anlaşılmaz bir tını 

bilmem nereden gelir 

uykumdan? kanımdaki çakıldan? unutkanlığımdan? 

bilemem Yahudi değilim 

gizli bir yerde genizam yok 

bilemem insan nerenin yerlisidir 

ömrüm burada 

bütün Yahudiler gibi 

raflara doğru, çekmecelere 

sahanlıklara doğru geçti 

yabancı ellerde çitilenmekten korunmak için 

bir sıvaydım kendime kendi ellerimde 

tıpkı Yahudiler gibi 

buraların yerlisi ben değilim. 

Şarkıya dönersem ense köküm seyrelecek 

ağdası çözülecek bana aşktan bulaşan kozlarımın 

şehrin insanları yumruklarımda beyaz bulut 

yolun çamurunda revnâk-ı bahar bulacaklar 

ben şarkıya dönünce 

boğazlarındaki boğum insanların epriyecek 

ve onun yerine her günkü işleri yaparken 

kepenkleri kaldırırken, silerken tezgahı 

kalbe gizlice batan kıymık geçecek 

şarkıya dönersem, yanık bir şarkıya 

holokost neymiş meğer 

herkes bilecek. 

Kalbime döneceğim, ama hangi yolla? 

Yedeğimdeki okunaksız 

şarapla lekelenmiş, solgun harita 

uyduruk bir şey mi bilmiyorum 

yoksa sahiden definenin yeri 

gösteriliyor mu orada? 

Ama boşver... Nasıl bir ilgi olabilir 

kalbe dönmekle define bulmak arasında? 

Lâkin ben inerken her dönemeçte 

bir parçasını ele geçirdiğim 

her molada, her zorlanışında nefesimin 

her ayak sürçmesinde çiziktirdiğim haritamın 

bütün paftalarında sabit mürekkeple işaretlenmiştir 

nerelerde kıraçlaşır 

rahminde levendane öcün tohumları yatan gece 

güneşin şifa diye bilinen ışıkları 

nerelerde kıyıcı bir zehre çevrilir… 

Haritamda caddeyi ürpertiye açacak 

bir kaç kaçıktan başka nirengi noktası yok. 

Açıkça gösteriyor haritam farkı nedir 

bir cenaze kalkarken yağan yağmurun 

bir hükümet darbesinden sonra yağan yağmurdan. 

Yağmalar belli ki kim bulsa defineyi, umurumda mı 

ben kalbime döneceğim fokurdayıp pörtlemek için 

hep fokurdak ve pörtlek kalacağım kalp içinde 

canı sıkkın kızların yüzlerinden 

döşünden ahı kalmış delikanlıların 

dünyaya habire pörtleyeceğim 

evlerin olanca tınısı dindiği zaman 

kısıldığı zaman bütün şarkıların kanatları 

fokurtum dokunacak herkese yedi ırkın kavşağından. 

Yahudi değilsem bile 

bende Yahudalık da mı yok- 

Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan?

9. Aşk - Cemal Süreya

9. Aşk - Cemal Süreya

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git 

Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.

Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin 

Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık 

Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı 

Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü 

Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti 

Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz 

Sanki hiç olmamıştı

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu

Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı 

                                                            İstanbullar

Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların

                                                            dünyaların

Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek

Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken

Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti

Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya

Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız

Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu

İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük

Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde

Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra 

Sonrası iyilik güzellik.

10. Severmişim Meğer - Nâzım Hikmet

10. Severmişim Meğer - Nâzım Hikmet

yıl 62 mart 28

pırağ-berlin tireninde pencerenin yanındayım

akşam oluyor

dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini

severmişim meğer

akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim

toprağı severmişim meğer

toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen

ben sürmedim

pılatonik biricik sevdam da buymuş meğer

meğer ırmağı severmişim

ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin

eteğinde

doruklarına şatolar kondurulmuş avrupa tepelerinin

ister uzasın göz alabildiğine dümdüz

bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremiyeceksin

bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden

alabildiğine kısa

bilirim benden önce duyulmuş bu keder

benden sonra da duyulacak

benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere

benden sonra da söylenecek

gökyüzünü severmişim meğer

kapalı olsun açık olsun

borodino savaş alanında andırey’in sırtüstü seyrettiği

gökkubbe

hapiste türkçeye çevirdim iki cildini savaşla barış’ın

kulağıma sesler geliyor

gökkubbeden değil meydan yerinden

gardiyanlar birini dövüyor yine

ağaçları severmişim meğer

çırılçıplak kayınlar moskova dolaylarında predelkino’da

kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar

kayınlar rus sayılıyor kavakları türk saydığımız gibi

izmir’in kavakları

dökülür yaprakları

bize de çakıcı derler

yar fidan boylum

yakarız konakları

ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam

dalına

ucu işlemeli

yolları severmişim meğer

asfaltını da

vera direksiyonda moskova’dan kırım’a gidiyoruz koktebel’e

asıl adı göktepe ili

bir kapalı kutuda ikimiz

dünya akıyor iki yandan dışarıda dilsiz uzak

hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım

eşkıyalar çıktı karşıma bolu’dan inerken gerede’ye kırmızı

yolda ve yaşım on sekiz

yaylıda canımdan gayrı alacakları eşyam da yok

ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır

bunu bir kere daha yazdımdı

çamurlu karanlık sokakta bata çıka karagöze gidiyorum

ramazan gecesi

önde körüklü kaat fener

belki böyle bir şey olmadı

belki bir yerlerde okudum sekiz yaşında bir oğlanın karagöze

gidişini ramazan gecesi istanbul’da dedesinin elinden tutup

dedesi fesli ve entarisinin üstüne samur yakalı kürkünü

giymiş

ve harem ağasının elinde fener

ve benim içim içime sığmıyor sevinçten

çiçekler geldi aklıma her nedense

gelincikler kaktüsler fulyalar

istanbul’da kadıköy’de fulya tarlasında öptüm marika’yı

ağzı acıbadem kokuyor

yaşım on yedi

kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı

çiçekleri severmişim meğer

üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948

yıldızları hatırladım

severmişim meğer

ister aşağıdan yukarıya seyredip onları şaşıp kalayım

ister uçayım yanıbaşlarında

kosmos adamlarına sorularım var

çok daha iri iri mi gördüler yıldızları

kara kadifede koskocaman cevahirler miydiler

turuncuda kayısılar mı

kibirleniyor mu insan yıldızlara biraz daha yaklaşınca

renkli fotoğraflarını gördüm kosmosun ogonyok dergisinde

kızmayın ama dostlar non figüratif mi desek soyut mu desek

işte o soydan yağlı boyalara benziyordu kimisi yani dehşetli figüratif ve somut

insanın yüreği ağzına geliyor karşılarında

sınırsızlığı onlar hasretimizin aklımızın ellerimizin

onlara bakıp düşünebildim ölümü bile şu kadarcık keder

duymadan

kosmosu severmişim meğer

gözümün önüne kar yağışı geliyor

ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de

meğer kar yağışını severmişim

güneşi severmişim meğer

şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile

güneş istanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi

batar

ama onun resmini sen öyle yapmıyacaksın

meğer denizi severmişim

hem de nasıl

ama ayvazofski’nin denizleri bir yana

bulutları severmişim meğer

ister altlarında olayım ister üstlerinde

ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara

ayışığı geliyor aklıma en aygın baygını en yalancısı en

küçük burjuvası

severmişim

yağmuru severmişim meğer

ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda

yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve

çıkar yolculuğa haritada çizilmemiş bir memlekete gider

yağmuru severmişim meğer

ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları pırağ-berlin

tireninde yanında pencerenin

altıncı cıgaramı yaktığımdan mı

bir teki ölümdür benim için

moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye

saçları saman sarısı kirpikleri mavi

zifiri karanlıkta gidiyor tiren

zifiri karanlığı severmişim meğer

kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften

kıvılcımları severmişim meğer

meğer ne çok şeyi severmişim de altmışımda farkına vardım

bunun

pırağ-berlin tireninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez

bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek

11. Lavinia - Özdemir Asaf

11. Lavinia - Özdemir Asaf
cocoandcashmere.files.wordpress.com

Sana gitme demeyeceğim

Üşüyorsun ceketimi al

Günün en güzel saatleri bunlar

Yanımda kal

Sana gitme demeyeceğim

Gene de sen bilirsin

Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim

İncinirsin

Sana gitme demeyeceğim

Ama gitme Lavinia

Adını gizleyeceğim

Sen de bilme Lavinia

12. Ben Sana Mecburum - Attila İlhan

12. Ben Sana Mecburum - Attila İlhan

Ben sana mecburum bilemezsin

Adını mıh gibi aklımda tutuyorum

Büyüdükçe büyüyor gözlerin

Ben sana mecburum bilemezsin

İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor

Bu şehir o eski İstanbul mudur

Karanlıkta bulutlar parçalanıyor

Sokak lambaları birden yanıyor

Kaldırımlarda yağmur kokusu

Ben sana mecburum sen yoksun.

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur

İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur

Tutsak ustura ağzında yaşamaktan

Kimi zaman ellerini kırar tutkusu

Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından

Hangi kapıyı çalsa kimi zaman

Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor

Eski zamanlardan bir cuma çalıyor

Durup köşe başında deliksiz dinlesem

Sana kullanılmamış bir gök getirsem

Haftalar ellerimde ufalanıyor

Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem

Ben sana mecburum sen yoksun.

Belki haziran da mavi benekli çocuksun

Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor

Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden

Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun

Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor

Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin

Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem

Bu kurtlar sofrasında belki zor

Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden

Ne vakit bir yaşamak düşünsem

Sus deyip adınla başlıyorum

İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin

Hayır başka türlü olmayacak

Ben sana mecburum bilemezsin.

13. Beklenen - Necip Fazıl Kısakürek

13. Beklenen - Necip Fazıl Kısakürek

Ne hasta bekler sabahı, 

Ne taze ölüyü mezar, 

Ne de şeytan bir günahı, 

Seni beklediğim kadar. 

Geçti, istemem gelmeni, 

Yokluğunda buldum seni; 

Bırak vehmimde gölgeni, 

Gelme, artık neye yarar?.. 

14. Ömür Hanımla Güz Konuşmaları - Şükrü Erbaş

14. Ömür Hanımla Güz Konuşmaları - Şükrü Erbaş

...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?

Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?

Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?

Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa?

Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...

Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir 'ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür hanım?

Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?

Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya...

Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik sesten -hele de güncel ve kof-  her zaman iyidir; düş gücü, iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi

değişmek çirkinleştirir de.

Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz...

Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.

Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de...

Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından. Beni duy ve anla. Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa?

Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?

Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.

Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?

15. Yerçekimli Karanfil - Edip Cansever

15. Yerçekimli Karanfil - Edip Cansever

Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde 

Oysaki seninle güzel olmak var 

Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi 

Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda 

Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. 

Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte 

Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel 

O başkası yok mu bir yanındakine veriyor 

Derken karanfil elden ele. 

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle 

Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil 

Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk 

Birleşiyoruz sessizce.

16. Göğe Bakma Durağı - Turgut Uyar

16. Göğe Bakma Durağı - Turgut Uyar

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım

Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından

Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından

Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar

Şu aranıp duran korkak ellerimi tut

Bu evleri atla bu evleri de bunları da

Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım

İnecek var deriz otobüs durur ineriz

Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya

Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum

Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun

Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam

Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım

Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda

Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım

Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum

Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi

Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor

Seni aldım bu sunturlu yere getirdim

Sayısız penceren vardı bir bir kapattım

Bana dönesin diye bir bir kapattım

Şimdi otobüs gelir biner gideriz

Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç

Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin

Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat

Durma kendini hatırlat

Durma göğe bakalım

17. İstanbul'u Dinliyorum - Orhan Veli

17. İstanbul'u Dinliyorum - Orhan Veli

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı

Önce hafiften bir rüzgar esiyor;

Yavaş yavaş sallanıyor

Yapraklar, ağaçlarda;

Uzaklarda, çok uzaklarda,

Sucuların hiç durmayan çıngırakları

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Kuşlar geçiyor, derken;

Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.

Ağlar çekiliyor dalyanlarda;

Bir kadının suya değiyor ayakları;

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Serin serin Kapalıçarşı

Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa

Güvercin dolu avlular

Çekiç sesleri geliyor doklardan

Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Başımda eski alemlerin sarhoşluğu

Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;

Dinmiş lodosların uğultusu içinde

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Bir yosma geçiyor kaldırımdan;

Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.

Birşey düşüyor elinden yere;

Bir gül olmalı;

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;

Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;

Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;

Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından

Kalbinin vuruşundan anlıyorum;

İstanbul'u dinliyorum.

18. Hasretinden Prangalar Eskittim - Ahmed Arif

18. Hasretinden Prangalar Eskittim - Ahmed Arif

   Seni, anlatabilmek seni.

   İyi çocuklara, kahramanlara.

   Seni anlatabilmek seni,

   Namussuza, halden bilmeze,

   Kahpe yalana.

   Ard- arda kaç zemheri,

   Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.

   Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...           

   Bir ben uyumadım,

   Kaç leylim bahar,

   Hasretinden prangalar eskittim.

   Saçlarına kan gülleri takayım,

   Bir o yana 

   Bir bu yana...

   Seni bağırabilsem seni,

   Dipsiz kuyulara,

   Akan yıldıza,

   Bir kibrit çöpüne varana,

   Okyanusun en ıssız dalgasına

   Düşmüş bir kibrit çöpüne.

   Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,

   Yitirmiş öpücükleri,

   Payı yok, apansız inen akşamlardan,

   Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,

   Seni anlatabilsem seni...

   Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır

   Üşüyorum, kapama gözlerini...

19. Yağmur - Tevfik Fikret

19. Yağmur - Tevfik Fikret

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler 

Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz 

Olur dembedem nevha-ger, nagme-saz 

Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz 

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler... 

Sokaklarda seylabeler ağlaşır 

Ufuk yaklaşır, yaklaşır, yaklaşır; 

Bulutlar karardıkça zerrata bir 

Ağır, muhtazır dalgalanmak gelir; 

Bürür bir soğuk, gölge etrafı hep, 

Numayan olur gündüzün nısf-ı şeb. 

Söner şimdi, manzur olurken demin 

Hayulası karşımda bir alemin. 

Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere; 

Bakıldıkça vahşet çöker yerlere. 

Geçer boş sokaktan, hayalet gibi, 

Şitaban u puşide-ser bir sabi; 

O dem leyl-i yadımda, solgun, tebah, 

Surur bir kadın bir rıda-yı siyah 

Saçaklarda kuşlar -hazindir bu pek! - 

Susarlar, uzaktan ulur bir köpek. 

Öter guş-ı ruhumda boş bir enin, 

Boğuk bir tezad-ı sukun u tanın; 

Küçük, pür heves, gevherin katreler 

Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz 

Olur muttasıl nevha-ger, nağme-saz 

Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz 

Küçük, pür heves, gevherin katreler...

20. Kuğu Ezgisi - Nilgün Marmara

20. Kuğu Ezgisi - Nilgün Marmara

Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim, 

Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı 

bekçi gizleri. 

Ne zamandır ertelediğim her acı, 

Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi, 

-bu şiir - 

Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim, 

Dost kalmak zorunda bana ve 

sizlere! 

Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o, 

uykusunu bölen derin arzudan. 

Büyüsünü bir içtenlikten alırsa 

Kendi saf şiddetini yaşar artık, 

-bu şiir - 

Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü, 

ulaşılamayanın boyun eğen yansısı, 

Sevda ile seslenir sizlere!

21. Gazel (Beni Candan Usandırdı) - Fuzûlî

21. Gazel (Beni Candan Usandırdı) - Fuzûlî

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?

Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?

Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsan,

Niçin kılmaz bana derman beni bîmâr sanmaz mı?

Şeb-i hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım,

Uyarır halkı efgaanım kara bahtım uyanmaz mı?

Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su,

Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı?

Gamım pinhan dutardım ben dediler yâre kıl rûşen

Disem ol bi-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı?

Değilim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil.

Bana ta’neyleyen gaafil seni görgeç utanmaz mı?

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır,

Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?

22. Siz Aşktan N'anlarsınız Bayım - Didem Madak

22. Siz Aşktan N'anlarsınız Bayım - Didem Madak

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca

Alt katında uyumayı bir ranzanın

Üst katında çocukluğum...

Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden

Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.

Aşk diyorsunuz,

limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca

Havı dökülmüş yerlerine yüzümün

Büyük bir aşk yamadım

Hayır

Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım

Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı

Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...

Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.

Aşk diyorsunuz ya

Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca

Balkona yorgun çamaşırlar asmay

Ki uçlarından çile damlardı.

Güneşte nane kurutmayı

Ben acılarımın başını

evcimen telaşlarla okşadım bayım.

Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.

İnsan kaybolmayı ister mi?

Ben işte istedim bayım.

Uzaklara gittim

Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin

Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye

Çikolata yedim bir köşeye çekilip

Zehrimi alsın diye

Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz

İlahiler öğrendim.

Siz zehir nedir bilmezsiniz

Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde

Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,

Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,

Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin

Bir şiir aradım.

Geçen üç yıl boyunca

Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.

Ülkem olmayan ülkemi

Kayboluşumu aradım.

Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Bir ters bir yüz kazaklar ördüm

Haroşa bir hayat bırakmak için.

Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım

Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.

Annem

Ki beyaz bir kadındır.

Ölüsünü şiirle yıkadım.

Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım

Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca

Acının ortasında acısız olmayı,

Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.

Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.

Aşk diyorsunuz ya,

İşte orda durun bayım

Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım

Kendimin ucunda

Öyle ıslak,

Öyle kötü kokan,

Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım

Aşkı aşk bilir yalnız!

23. Makber - Abdülhak Hâmid Tarhan

23. Makber - Abdülhak Hâmid Tarhan

Eyvah ne yer ne yâr kaldı 

Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı 

Şimdi buradaydı gitti elden 

Gitti ebede gelip ezelden 

Ben gittim o haksar kaldı 

Bir köşede tarumar kaldı 

Baki o enisi dilden eyvah 

Beyrutta bir mezar kaldı 

Bildir bana nerde nerde Yarab 

Kim attı beni bu derde Yarab 

Nerde arayayım o dil rübayı 

Kimden sorayım bi-nevayı 

Derlerki unut o aşnayı 

Gitti tutarak reh-i bekayı 

Sığsın mı hayale bu hakikat? 

Görsün mü gözüm bu macerayı? 

Sür'atle nasılda değişti halim 

Almaz bunu havsalam hayalim. 

Çık Fatıma! lahteden kıyam et 

Yanımdaki haline devam et 

Ketn etme bu razı öyle bir söz 

Ben isterim ah öyle birsöz 

Güller gibi meyl-i ibtisam et 

Dağı dile çare bul meram et 

Bir tatlı bakışla bir gülüşle 

Eyyamı hayatımı temam et 

Makber mi nedir şu gördüğüm yer? 

Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber

24. Olvido - Ahmet Muhip Dranas

24. Olvido - Ahmet Muhip Dranas

Hoyrattır bu akşam üzerleri daima! 

Gün saltanatıyla gitti mi bir defa 

Yalnızlığımızla doldurup her yeri 

Bir renk çığlığı içinde bahçemizden, 

Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan 

Lavanta çiçeği kokan kederleri; 

Hoyrattır bu akşam üstüleri daima! 

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar 

Unutuşun o tunç kapısını zorlar 

Ve ruh atılan oklarla delik deşik. 

İşte doğduğun eski evdesin birden, 

Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven 

Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik 

Ve cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar... 

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir 

Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir; 

İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı 

Hatırlar gibi bir gün camı açtığını, 

Duran bir bulut, bir kuş uçtuğunu, 

Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı... 

Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir. 

Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla 

Halay çeken kızlar misali kol kola. 

Ya sizler! Ey geçmiş zaman etekleri, 

İhtiyar ağaçlı, kuytu bahçelerden 

Ay ışığı gibi sürüklenip giden; 

Geceye bırakıp yorgun erkekleri 

Salınan etekler fısıltıyla, nazla. 

Ebedi aşığın dönüşünü bekler 

Yalan yeminlerin tanığı çiçekler 

Artık olmayacak baharlar içinde. 

Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış! 

Aldan, gelmiş olsa bile ümitsiz kış; 

Her garipsi ayak izi kar içinde 

Dönmeyen aşığın serptiği çiçekler. 

Ya sen! Ey sen! Esen dallar arasında 

Bir parıltı gibi görünüp kaybolan 

Ne istersin benden akşam saatinde? 

Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın, 

Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın; 

Hatıraların bu uyanma vaktinde 

Sensin hep, sen, esen dallar arasından. 

Ey unutuş! Kapat artık pencereni, 

Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni; 

Çıkmaz artık sular altından o dünya. 

Bir duman yükselir gibidir kederden 

Macerası çoktan bitmiş gibi o şeylerden. 

Amansız gecenle yayıl dört yanıma 

Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.

25. Her şey Sende Gizli - Can Yücel

25. Her şey Sende Gizli - Can Yücel

Yerin seni çektiği kadar ağırsın 

Kanatların çırpındığı kadar hafif.. 

Kalbinin attığı kadar canlısın 

Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç... 

Sevdiklerin kadar iyisin 

Nefret ettiklerin kadar kötü.. 

Ne renk olursa olsun kaşın gözün 

Karşındakinin gördüğüdür rengin.. 

Yaşadıklarını kar sayma: 

Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; 

Ne kadar yaşarsan yaşa, 

Sevdiğin kadardır ömrün.. 

Gülebildiğin kadar mutlusun 

Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin 

Sakın bitti sanma her şeyi, 

Sevdiğin kadar sevileceksin. 

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer 

Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın 

Bir gün yalan söyleyeceksen eğer 

Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın. 

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret 

Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın 

Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın 

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak. 

Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın 

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. 

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.. 

İşte budur hayat! 

İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın 

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün 

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun 

Çiçek sulandığı kadar güzeldir 

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli 

Bebek ağladığı kadar bebektir 

Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, 

Sevdiğin kadar sevilirsin...

26. Fotoğraf - Cemal Süreya

26. Fotoğraf - Cemal Süreya

Durakta üç kişi

Adam kadın ve çocuk

Adamın elleri ceplerinde

Kadın çocuğun elini tutmuş

Adam hüzünlü

Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü

Kadın güzel

Güzel anılar gibi güzel

Çocuk

Güzel anılar gibi hüzünlü

Hüzünlü şarkılar gibi güzel


Sanat Edebiyat - şiir oku,aşk şiirleri,çocuk şiirleri,sesli şiir, Şiir Edebiyatı ve Sanat -En Güzel Şiirler: Türk Edebiyatında Herkesin Okuması Gereken Dillere Destan Olmuş 26 Şiir- Edebi Yazılar - şairler - yazarlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder